Tarih Ekolü Bakımından Carlo Ginzburg ve Cemal Kafadar İncelemesi: Peynir ve Kurtlar-Kim Var İmiş Biz Burada Yoğ İken
- Ahmet Türkoğlu
- 29 Ara 2024
- 11 dakikada okunur
Giriş
Tarih disiplini/bilimi insanlığın yazı ile iştiraki ile başlayan, tarihçilerin belirli olay ile olgular üzerinden dönemlerine ayrılarak gelişen ve modern dönemlere kadar gelen bir sosyal bilimdir. Bu bilim, zamanla kendi içerisinde farklı yaklaşımlarla sınanmış ve bu sınamalar yeni farklı tarih yazım ekollerini doğurmuştur. Her farklı tarih yazım ekolü, kendisinden evvel bilim camiasında popüler olarak kullanılan tarihsel yaklaşıma protest bir tavır almış, böylelikle kendi ekollerinin oluşmasına zemin hazırlamışlardır. Bu duruma örnek vermek gerekirse, Annales ekolü, Rankeci yani siyasi ve belge odaklı tarihsel ekole eleştiriler ile doğmuştur. Aynı şekilde XX. yüzyılın son çeyreğinde yavaş yavaş şekil alan Mikro tarihçilik ise tıpkı Annales ekolü gibi kendisinden evvel sıkça kullanılan tarihsel yaklaşıma protest ve eleştirel bir bakış ile inşa edilmiştir.
Mikro tarihçiliğin temellerini atan kişiler arasında bulunan Carlo Ginzburg, yazdığı Peynir ve Kurtlar, Tahta Gözler ve diğer pek çok çalışmaları ile bu alanın öncüllerinden birisi konumuna gelmiştir. Birey odaklı ve tümevarım yöntemi ile ilerleyen mikro tarihçilik, zamanla tüm Dünya’da bilinen ve sıkça kullanılan tarihsel ekollerden biri haline dönüşmüştür. Türkiye’de de bu gelişmeler yakından takip edilmiş ve zamanla Osmanlı arşivlerini kaynak alarak, Türk tarihi ile ilgili mikro tarihçilik örnekleri meydana getirilmiştir. Burada ise zikredilmesi gereken yegâne kişi Cemal Kafadar’dır; zira onun kaleminden çıkan İki Cihan Aresinde, Kim Var İmiş Biz Burada Yoğ İken gibi eserler ile mikro tarihçiliğin Türkiye’de yaygınlaşması hız kazanmıştır.
Marksist bir çizgide oluşan ve ondan oldukça beslenen mikro tarihçilik, tarih yazım ekolleri arasında marjinal hayatlara odaklanması, insan ve ona ait değerlerin ön plana alınması gibi yönelimlerinden ötürü tarih ekolleri arasında özgün bir yere sahiptir. Başlıkta zikredilen iki yazar ve onların eserlerine geçmeden evvel az veya çok da olsa ortak bir payda da buluştukları mikro tarihçiliğin oluşumuna tarihsel bir bakış atmakta oldukça fayda vardır.
1.Annales Ekolü Nedir?
Lucien Febvre ile March Bloch’un 1929 yılında Strasbourg’da yayınladığı Annales d’Histoire Sociale et Economique dergisi kendilerinden sonra gelecek olan tarihçilerin temel tarih öğretisi haline dönüşecektir. Ancak bu durum bu iki tarihçinin hem ürettiği bilimsel çalışmalar hem de yetiştirdiği genç tarihçiler ile olacaktır. Annales ekolü ortaya çıkması ile birlikte var olan tarih yazım geleneğine büyük bir damga vurmuştur; zira sıradan insan ve ona ait değerlerden, kurumlardan ve kültürlerden uzak bir tarih yazım geleneği olan büyük adam tarih anlatısı, (İmparatorluklar, Krallar ve siyasi tarih söylemlerinin hepsi) Annales ekolü ile ağır eleştirilere maruz kalmış ve yöntemi sorgulanmıştır. Herodotos ile başlayan araştırmacı tarih yazım geleneği farklı kültürlerde farklı yorumlanmasına karşın, pek çok milletlerin ortak tarih yazım ekolü konumunda idi. Ancak toplumu merkezine koyan bu ekolün tarihçileri, Marksist bir çizgide ilerleyerek protest bir tarih yazım ekolü geliştirmişlerdir.
Peter Burke’a göre Annales ekolünün ortaya çıkma sebebi, derginin kurucuları olan Lucien Febvre ve March Bloch’un toplumsal ve ekonomik bir tarih anlayışı üzerine bir tarih yazımı oluşturmak istemesidir. Ekol, bunun yanı sıra diğer tarih ekollerinde bulunmayan sorun odaklı tarihsel bakışı ve interdisipliner çalışma yöntemini kendisine değişmez ilke belirlemiştir. Bu açıdan bakıldığında Annales ekolü sosyoloji, psikoloji, iktisat, jeoloji gibi hem doğa hem de beşerî bilimleri bir arada toplayan ve kümülatif çalışma sunan ekol olarak göze çarpmaktadır.
2.Mikro Tarih Ekolü Nedir?
Eskiçağ ’da ortaya çıkan, aydınlanma döneminde yoğurulan ve modern dönemde tam anlamıyla belirli ilkelere oturtulan tarih yazımı, devamlı olarak farklı ekol ve okullarla yenilenmiş ve gelişmiştir. Bu silsileye uyarak ortaya çıkan ve Dünya tarih yazım ekollerine bir farklılık getiren mikro tarihçilik, 1970’li yıllarda Alman ve İtalyan olarak iki farklı düstura sahiptir. Alman mikro tarihçiliği oluşumu itibariyle sayısal bir yapıdadır; bu yüzden sosyal bilimlerde ağırlıklı olarak İtalyan ekolü mikro tarihçilik kullanıla gelmiştir.
Temel vurgusu ve aktarmak istediği mesaj itibariyle makro tarih yazımına bir eleştiri olarak ortaya çıkan mikro tarihçilik, aynı zamanda yine mikro tarihçilik ile aynı amaçla yola koyulan Annales ekolüne de ağır eleştiriler getirmiştir. Tarih yazımındaki siyasi ve insandan uzak yaklaşımları eleştiren ve merkezine insanı koyan mikro tarihçilik, mikro lakin çağına göre marjinal kabul edilen insan, gelenek, kültür gibi birey ve onun değerlerini merkeze taşır ve inceler. Carlo Ginzburg, tarih bilimindeki bu yeni yaklaşımı şu sözleri ile açıklar:
“Geçmişte tarihçiler yalnızca “kralların büyük işleriyle” ilgilenmekle suçlanabilirdi, ama günümüzde bu artık doğru değil. Artık tarihçiler, gittikçe daha yoğun bir biçimde, seleflerinin es geçtikleri, bir kenara attıkları ya da yalnızca bilmezden geldikleri şeylere dönüyorlar.”
Carlo Ginzburg’un da aktardığı üzere göz ardı edilen ve geçmişteki tarihçilerin ilgilenmediği birey, gelenek, kültür gibi değerler merkeze alınarak yeni bir tarih yazımı ortaya çıkmıştır. Tarihçilerinin yeni odak noktası ne büyük savaşlar, ne de büyük imparatorluklar tarihidir, onlara göre incelenmesi gereken yegâne şey tarihin içerisindeki en önemli aktör olan insandır. Mikro tarihçilere göre bireyin dünyasını anlamadan, yaşam şartlarını bilmeden ve değer yargılarını kavramadan herhangi bir tarih eseri yazılması mümkün değildir. Bu ilkeler ile yola çıkan mikro tarihçiler, marjinal hayatlara odaklanarak oluşturdukları eserler ile dünya tarih yazımında kahramanların gölgesinde kalmış, rengarenk ve heyecanlı hayatlar yaşayan kral, imparator ve imparatoriçelerin hayatları ve eylemleri gibi şeylere odaklanmaktansa, makro tarihçilere göre dışlanan ve gri hayatlara mahkum edilen “sıradan insanın” tarihine yönelmeyi yeğlemişlerdir. Böylelikle oluşturulacak olan tarih eseri daha doğru ve gerçekçi olacaktır; zira tarih, insanın tarihi olduğu için, sıradan denerek bir kenara koyulan bir yığın insanın hayatı bizzat tarihin kahramanı konumuna yükselecektir.
3. Carlo Ginzburg: Peynir ve Kurtlar
Mikro tarihçiliğin en büyük temsilcilerinden biri olan Carlo Ginzburg, bir başyapıt olan Peynir ve Kurtlar eseri ile mikro tarihçiliğin adeta bir başucu kitabını yaratmıştır. Antropoloji ve hukuk gibi ilimlerin de yararlanıldığı eser, interdisipliner bir çalışmanın da en güzel örneğini oluşturur.
XVI. yüzyılda yaşayan bir değirmencinin başından geçenleri anlatan Peynir ve Kurtlar eseri mikro tarihçilik ile oluşturulmak istenilen yeni tarihsel yaklaşımın istenilen kahramanıdır; zira okuma-yazma öğrenerek dolaylı yoldan da olsa kamusal düzeni sorgulayan bu marjinal insan (Domenico Scandella) ancak mikro tarihçilik çalışması ile tarihe kazandırılabilirdi.
Mikro tarihçiliğin en önemli kriterlerinden birisi olan çağın marjinal insanlarına odaklanmak, Carlo Ginzburg’un bu eserinde de çok net bir şekilde gözlemlenmektedir. Zira Ginzburg Menocchio’nun engizisyon kayıtlarına bakarak şu sözleri kaleme almıştır:
“İsa hakkında “sapkınca ve çok kafirce şeyler” söylemekle suçlanıyordu. Bu öyle sıradan bir dine küfür meselesi değildi. Menocchio görüşlerini yaymak istemiş, onları vaazlar vererek perçinlemişti; bu da durumunu çok ciddi hale getiriyordu.”
Anlaşılacağı üzere Menocchio yaptığı okumalar ve bunların sonucundan çıkardığı çıkarımlar ile var olan teolojik düzeni sorgulamış ve bunun sonucunda yargılanmıştır; lakin bu yargılama klasik bir dine hakaret davası statüsünde değil, bölgenin kilise hukukçusu ve Piskopos vekili Giambattista Maro tarafından bizzat yönetilmiştir. Tarihin dönemlere ayrılıp, karanlık dönemler olarak adlandırılan ortaçağ kurumlarının gündem siyaset ve sosyal yaşamına bizzat etki ettiği bir dönemde yaşayan Menocchio, her ne kadar Rönesans çağında yaşasa da engizisyon sopasından kaçamamıştır. Menocchio’nun kafasında oluşan tanrı ve yaratılış tasviri kilise öğretilerinden çok farklı doğrultuda gelişmiştir. Birçok farklı dil ve dinden eserler okuduğunu düşüncelerinden anladığımız Menocchio şu sözleri ile teolojik düşüncelerini dile getirmiştir:

“Hava, Tanrı’dır… yeryüzü, anamızdır: Tanrı’nın kim olduğunu zannediyorsunuz? Tanrı küçücük bir nefesten başka bir şey değildir, insan, ne olduğunu hayal ederse, odur; Gördüğünüz her şey Tanrı’dır, biz de Tanrı’yız: Gökyüzü, yeryüzü, deniz, hava, cehennem, hepsi Tanrı’dır: Ne sanıyorsunuz, İsa’nın Bakire Meryem’den doğduğunu mu? Hem onu doğurmuş hem de bakire kalmış olması mümkün değil. En doğrusu şöyle demek, iyi bir insandı, ya da iyi bir insanın oğluydu.”
Görüldüğü üzere Menocchio’nun son sözleri adeta, Katolik Hristiyanlığın temel öğretisi olan teslis inancına bir reddiyedir. Hristiyanlık öğretileri içerisinde çok önemli bir yere sahip olan, İznik konsili ile kabul edilen ve Hz. İsa’nın tanrısallığını (İn nomine Patris et Filii et Spiritus Sancti) sorgulayan Menocchio buna benzer birçok düşüncesi sebebiyle birkaç kez yargılanmıştır. Bu açıdan bakıldığında Carlo Ginzburg’un neden herhangi birini değil de Menocchio’yu seçtiğini gayet iyi anlıyoruz.
4. Cemal Kafadar: Kim Var İmiş Biz Burada Yoğ İken
Türkiye’nin en meşhur tarihçilerinden olan Cemal Kafadar yazdığı eserler ile dikkat çekmektedir. Dikkate değen husus ise diğer tarihçilerden daha farklı çalışmalar vermesidir. Klasik tarih yazım ekolüne sahip olan diğer Osmanlı tarihçilerinin aksine Kafadar, ne Osmanlı fütuhatını ne de onun gibi birey ve toplumu yansıtmayan siyasi tarihe odaklanmıştır. Tarih yazımına başka bir pencereden bakan Kafadar, daha olgu odaklı ve kimse tarafından çalışılmamış farklı konuları incelemeye çalışmıştır. Aslında bu kitap, ayrı ayrı dört farklı makalenin derlemesi sonucunda oluşmuştur. Kafadar, eserinde incelemeye değer bulduğu tüm karakterleri ne ulema sınıfından ne de paşa ve beylerden seçmiştir, karakterler bizzat Osmanlı toplumunun içinden lakin marjinal kimselerden oluşmuştur. Her bir karakter birbirinden farklı ve yine her karakter genel Osmanlı tabularını yıkması için seçilmiş gibidir. Osmanlı toplumundaki kadının yeri veya yeniçeri nizamnamesinin bozulması gibi kalıplaşmış yanlış tarihsel argümanları tam anlamıyla bitiren yeniçeri Mehmed ve Üsküplü Asiye Hatun, Kafadar ile Ginzburg’u orta noktada buluşturan yegâne şeydir.
5. Peynir ve Kurtlar ve Kim Var İmiş Biz Burada Yoğ İken Eserlerinin Tarih Ekolü Açısından Çizgisi
İki tarihçinin de eserlerine genel bir bakış atıldığı zaman göze çarpan ilk şey karakterlerin toplumun içerisinden seçilmesi ve seçilenlerin de statü anlamda bilinen klasik tarih yazım geleneğindeki kral, imparator veya imparatoriçelerin çok aşağısında olmasıdır. Örneğin Menocchio bir değirmenci, yeniçeri Mehmed yeniçeri ocağındaki binlerce askerden biri, Hüseyin Çelebi ise tipik bir Osmanlı taciridir. Bakıldığında hiçbirinin klasik tarih yazım geleneğinde yeri neredeyse yok gibidir, varsa da sadece figüranlıktır; ancak Ginzburg ve Kafadar, araştırdıkları toplumun en marjinal ve “sıradan” insanlarını eserlerinin kahramanı konumuna yükseltmiştir. Kafadar, bu durumu şu sözleri ile özetlemiştir:
“Devletlerin, milletlerin, sınıfların, maddi kültürün, çevrenin tarihini yazmak için farklı kaynaklar, okuma yöntemleri, beceriler, vurgular ve hassasiyetler gerekebilir, ama onları da insansız yazamayacağımız aşikardır.”
Bu sözlerden de anlaşılacağı üzere Kafadar, eserini mikro tarih çizgisinde kaleme almıştır; zira hiçbir tarihçinin bugüne dek değinmediği Ayaşlı Hüseyin çelebi, Üsküplü Asiye Hatun, Yeniçeri Mehmed ve Seyyid Hasan gibi XVI ve XVII. yüzyıla ait spesifik insanlardan yola çıkarak bir tarihsel eser yazması bunun en büyük kanıtıdır. Bir diğer mikro tarih ekolü benzerliği ise her mikro tarihçinin yaptığı yoğun betimleme yöntemidir. Esasen bir antropoloji metodu olan yoğun betimleme hem Ginzburg’un eserinde hem de Kafadar’ın eserinde karşımıza çıkar. Yoğun betimleme yöntemi ile her iki tarihçi de ele aldıkları karakterlerin adeta Dünya’sına dahil olur ve o Dünya’nın tüm değer, görgü, hayat anlayışı gibi kültürel dinamiklerini önce kavrar, daha sonra da karakterin başından geçen olayları bu kavrayışa göre ele alır. Bu duruma örnek vermek gerekirse Ginzburg, Menocchio’nun teolojik fikirlerinin bir kısmını anlattıktan sonra eserin bir bölümüne şu şerhi düşmüştür:
“Şimdilik, Friulili bir değirmencinin, bu tür fikirleri nasıl dile getirebildiğini anlamaya çalışalım. On altıncı yüzyılın ikinci yarısında Friuli arkaik özellikleri ile göze çarpan bir toplumdu. Feodal soylu sınıfın büyük aileleri bölgede egemen bir rol oynamayı sürdürüyorlardı… Menocchio’nun, kendi hakları konusundaki bilinci, özellikle dini bir kökene dayanıyordu. Bir değirmenci, iman hakkındaki hakikatleri bir papaya, bir krala, bir prense açıklayabilme hakkına sahiptir, çünkü Tanrı’nın bütün insanlara verdiği tin onun içinde de vardır.”
Görüldüğü üzere Ginzburg, Menocchio’nun çağındaki düşünce dünyasını iyi kavramış ve yoğun betimleme yöntemi ile Menocchio’nun davranışlarının dayanak noktasını ortaya çıkarmıştır. Kafadar ise tüccar Hüseyin efendinin hayatını anlatırken aktardığı detaylar ile yoğun betimlemenin bir örneğini vermiştir.
“Ayaklarına giymek için sadece başmak’ları ve mest’leri değil, yeni olduğu belirtilen bir çift çizme’si de vardı… Muhtemelen, çizmelerin içine giymek için, kalçalarına kadar çıkan kaba yünden bir iç donu da edinmişti. Çeşitli üstlükleri de vardı ve bunların arasında onun en kıymetli giyecek eşyaları olan iki ferace göze çarpıyor… Ferace seçkin kişilerin giyim eşyası idi; Türkçe sözlükler bu giysiyi ulema ile bağdaştırır. Anladığımız o ki en azından on altıncı yüzyılda, ulema dışından bazı kimseler de ferace giyen “gebildete Leute” kesimindendi.”
Kafadar, Hüseyin efendinin kendi çağındaki en lüks giysilere sahip olduğunu aktarmış, böylelikle başta Hüseyin Efendi olmak üzere, Osmanlı imparatorluğu içerisindeki uluslararası ticaret ile uğraşan tacirlerin sosyo-ekonomik analizini vermiştir; zira yine aynı bölümün ilerleyen sayfalarında, Venedik-Osmanlı ticareti ile iştigal olan tacirlerin geniş çaplı güvenlik önlemi aldığını ve bunu da bir nevi paralı askerler ile sağlandığını dile getirmiştir. Bu konuda bir diğer örnek ise Üsküplü Asiye hatundur. Asiye hatun, gördüğü rüyalardan etkilenerek bağlı bulunduğu cemaatin liderine mektuplar yazmış ve meramını dile getirmiştir, aynı zamanda bu rüyaların bir yorumlamasını da talep etmiştir. Kafadar ise iyi bir mikro tarihçilik örneği göstererek neden bu karakterin (Asiye hatun) seçildiğini açıkça dile getirmiştir.
Bir tarihçi, hele hele psikolojik çözümleme yapmaya niyeti ve eğitimi olmayan bir tarihçi rüyalarla niye ilgilensin? Bir kere görülenlerin ya da görülmüş gibi anlatılanların içerikleri bir yana, rüyaların nasıl değerlendirildiği ve yorumlandığı, bir kültürel geleneği anlamak isteyenlere birçok konuda önemli ipuçları verebilir.
Kafadar, görüldüğü üzere yoğun betimleme ve yorumlamanın ne derece önemli olduğunu net bir şekilde anlatmıştır. Ancak yine iyi bilindiği gibi psikolojik yorumlama Annales ekolünün kurucularından olan Lucien Febvre’ün “zihniyet tarihçiliği” olarak adlandırdığı ve sık kullandığı tarihsel yöntemdir. Bu açıdan bakıldığında Kafadar, Ginzburg kadar net ve pür bir mikro tarihçisi değil, zaman zaman Annales ekolü esintisi de veren bir tarihçidir. İki tarih ekolünün orta noktada buluştuğu sorun odaklı tarih yazım yöntemi hem Ginzburg’un hem de Kafadar’ın eserinde neredeyse yapı taşı konumundadır. Ginzburg, XVI. yüzyıl İtalya’sında yaşayan bir değirmencinin, birden çok kaynaktan beslenerek kilise hiyerarşisine karşı koymasını dile getirmiştir. Böylelikle kalıplaşmış ve yanlış bilinen tarihsel bilgileri ortadan kaldırmıştır. Yanlış bilinen bilgiler ise: XVI. yüzyıl insanının okuma ve sorgulama yapamaz düşüncesi, kilise memurları haricinde kimsenin dini konularda konuşamama ve yorumlayamaması, engizisyonun herhangi bir sorunda doğrudan insanları ölüme mahkûm etmesi gibi kalıplaşmış yanlışlardır. Bu tarz tarih yazımı ise sorun odaklı tarih yöntemi olarak adlandırılır. Kafadar’ın eserin de bu daha sık gözükmektedir. Osmanlı imparatorluğunun yıkılışı için gösterilen en meşhur argümanlardan biri olan yeniçeri nizamnamesinin bozulması durumu ve bu durumun kronolojik olarak geç dönem Osmanlı’sına ait bir problem olarak aktarılması, yeniçeri Mehmed örneğinde adeta çürütülmüş gibidir. Filhakika Osmanlı imparatorluğunda yeniçerilerin son döneminde savaşmak haricinde birçok şey ile ilgilendiği görülmüştür. Başta ticaret olmak üzere pek çok sosyal alanda varlığını gösteren bu kurum, bu davranışları gibi nedenlerden ötürü sultan II. Mahmud tarafından 1826 yılında lağvedilmiştir. Ancak yeniçeri Mehmed XVI. yüzyılın ilk çeyreğinde yaşamış ve imparatorluğun Halil İnalcık’ın tabirine göre klasik döneminde askerlik yapmıştır. Yeniçeri Mehmed, Bab-ı Ali’ye mektup yazarak kardeşinden kalan arazilerin hazine aktarılması yerine, kendisine bırakmasını savunmuştur.
“Yukarıda adı geçen bölgede babamdan intikal etmiş bir çiftlik var. Çiftliği kardeşim Mustafa tasarruf ederdi. Mustafa sık sık benim yanıma geldiği için, yörenin amili kardeşimin öldüğünü söyleyerek çiftliği hazineye kattı ve içindeki hayvanlar ve mallarla birlikte sattı.”
Görüldüğü üzere sultan Süleyman döneminde yaşayan bir yeniçerinin, ailesinden kalan çiftliği kendi üstüne almak için verdiği bürokratik mücadele, yeniçerilerin askerlik kimliğinin yanı sıra sosyal ve sivil bir kimliğinin de olduğunu göstermektedir. Yine II. Bayezid döneminde 1490 yılı tahrirlerine bakıldığı zaman yeniçerilerden kimileri börekçilik ve sarraçlık gibi meslekleri de iştigal etmektedir.
Osmanlı tarihi hakkında bir diğer kalıplaşmış yanlış bilgi ise Osmanlı reayasında birey anlayışının hiç gelişmediği ve sadece cami ve cemaatler aracılığı ile yazım ve okuma kültürüne sahip olduğu düşüncesidir. Ancak bu tam olarak doğru değildir; çünkü imparatorluk içinde XV, XVI ve XVII. yüzyılda birçok günce yazarı mevcuttur. Bu dönemde insanlar kişisel düşüncelerini, tecrübelerini, duygularını, fikirlerini ve rüyalarını yazıya dökülmüştür. Kafadar’ın seçtiği dört karakterden birisi olan Seyyid Hasan Efendi kendi döneminin Dünya’sını günce eseri ile gözler önüne sermiştir. Örneğin karısı öldükten sonra şu sözleri söylemiştir: “Meşşak-ı rah iktizası [yol zahmetinin gerektirmesi] ile istirahata kasd itdüm lakin hab [uyku] müyesser olmadı, ba’dehü merhümenün yanına cıkup gah tefekkür gah büka iderek [ağlayarak] sabah ezanına dek bekledüm.” Görüldüğü üzere Seyyid Hasan’ın bu sözleri oldukça dokunaklı ve içtendir. Bir başka sorunsal yaklaşım ise Venedikli tüccarlar ile ticaret içinde bulunan Hüseyin Efendi üzerindendir. Yanlış bilinen ve aktarılanlara göre Osmanlı’da Müslüman toplum, ticareti kötülemiş ve ilgilenmemiştir. Öyle ki kimi anlatılara göre, imparatorluk içerisindeki tüm ticareti başta Rumlar olmak üzere gayrimüslimler kontrol etmektedir. Hüseyin Efeni örneğinde yola çıkarak Kafadar, Müslüman tacirlerin savaş durumunda dahi aktif ticareti bir şekilde yürüttüğünü bildirmiştir.
“Yenilgi ya da zafer karşısındaki tepkileri ne olursa olsun, Osmanlı tüccarları savaş yıllarında bile mallarını darü’l-islam dışına çıkarmaya hevesliydiler… Osmanlı tebaasından bir grubun sınır ötesi ticarette belirgin bir başarı sergilemesinin üzerinde durmak gerekir. Bu ticari genişlemedeki Müslüman katılımı on yedinci yüzyıl ortalarına kadar sürer, böylelikle büyük fetihlerin ardından Osmanlı Müslüman kültürünün güya “kendi içine kapandığı” iddiasından da kuşku duymamıza yol açar.”
Kolayca anlaşılacağı üzere Osmanlı Müslüman toplumunun hiç de azımsanmayacak kadarı ticaretle aktif şekilde ilgilenmiştir. Kafadar ve Ginzburg, eserlerini sorun odaklı tarih bakışı üzerinden kaleme almıştır. Bu bakış ise hem Annales ekolünde hem de mikro tarihçilikte oldukça sık kullanılan bir yöntemdir.
Sonuç
Carlo Ginzburg yazdığı Peynir ve Kurtlar adlı eseriyle Dünya’daki mikro tarihçiliğin adeta kutsal kitabını oluşturmuştur. Konusu, karakterleri ve savı itibariyle mikro tarihçiliğin en nadide ürünlerinden birisi olan Peynir ve Kurtlar eseri, Cemal Kafadar’ın Kim Var İmiş Biz Burada Yoğ İken adlı eseri için bir rol model vaziyetinde gözükmektedir. Kafadar, Osmanlı imparatorluğu tebaasından seçtiği dört farklı karakterin hayatına odaklanarak onları incelemiş ve bu incelemeden yola çıkarak bir tümevarım yöntemi gütmüştür. Bu perspektiften incelendiğinde Kafadar’ın eserinde mikro tarih ekolü görülmektedir; lakin aynı eserde Annales ekolü esintisi de oldukça hissedilmektedir. Sonuç olarak bakıldığında büyük adam tarihçiliğine karşı gelen bu iki eser oldukça özgün ve spesifik olay ve kişilere odaklanarak yazılmıştır. Carlo Ginzburg’un eseri olan Peynir ve Kurtlar tipik bir mikro tarihçilik başyapıtı iken, Cemal Kafadar’ın Kim Var İmiş Biz Burada Yoğ İken adlı eseri mikro tarih ekolü ağırlıklı lakin içinde Annales ekolünü de barındıran melez bir formdadır.
Kaynakça
Burke, Peter. Fransız Tarih Devrimi: Annales Okulu. Çeviren Mehmet Küçük. Ankara: Doğubatı, 2010.
Ginzburg, Carlo. Peynir ve Kurtlar Bir 16. Yüzyıl Değirmencisinin Evreni. Çeviren Ayşen Gür. İstanbul: Metis Yayınları, 2019.
Kafadar, Cemal. Kim Var İmiş Biz Burada Yoğ İken. İstanbul: Metis Yayınları, 2012.
Köse, Metin Ziya. “Galata'da Müslüman Osmanlı Tüccarı ve İç Ticaret (1600-1650)”. Tarih Okulu Dergisi, 2020: 3871-3907.
Oxford Latin Dictionary, Ed. Glare P.G.W. London: Oxford University Press, 1968.
Fırat Yaşa, “Mikro Tarihçilik ve Carlo Ginzburg” Dünyada Tarihçilik Dönemler, Okullar,
Yaklaşımlar ve Tarihçiler, ed. Ahmet Şimşek, Ankara, Pegem Akademi Yayınları,
2017.
Comments